Archive for April 14th, 2012

bulanık gece

Saturday, April 14th, 2012

birkaç kadeh öncesi, bulanıklık

gözlerimin hemen üstünde bir projeksiyon varmış gibi isimler beliriyor, ardından cümleler altyazı misali soldan (hayır o siyasi “sol” değil aysel!) sağa kayıyor.

-

-

kalabalık bir ortamda yürümenin fiziki ve zihinsel zorlukları vardır. birincisi üstünüze sizi edecek bir dev edasıyla gelen insan kitlesinin yarattığı psikolojik ve fiziki baskıyla başetmek zorundasınız ve bu zorluğun üstesinden gelmek için kıvrak vücut hareketleri kadar nazik bir dilinizin de olması, çantasını kolunuza, omuzunu omuzunuza çarpan insanlara kibarca “pardon” diyebilmelisiniz. ikincisi yürüme eylemi sırasında (panik yapmayın bu solcu bir ‘eylem’ değil) yanınızdan geçen insanların (ister telefonla biriyle konusan, isterse garip el kol hareketleriyle yanındaki ile konuşan) diyaloglarına kulak kesilmeniz gerekir. (tamam kabul ediyorum, ikincisi benim şahsi huyum). bunun dışında bu iki eylemi paralelde yürütürken zihninizden yetişmeniz gereken yere, yapmanız gereken işe veya tüm işleri tamamlayıp kendinizi dışarı atabildiyseniz de “güne” dair bir düşünce fırtınasını tetikleyen beyninizle (eğer varsa, şahsen bendeki çok sınırlı maalesef)  başetmek zorundasınız.

diyelim ki bu solcu olmayan eylemlerden en az hasarla çıktınız ve kendinizi sırf soluklanmak için bir bar/cafe’nin -mümkünse bu kafe ‘the house cafe’ olmasın- nispeten statik ortamına bırakabildiniz. rahata ereceğinizi sanıyorsanız fena halde yanılıyorsunuz demektir. şimdi kaos’u aratmayan bu ortamda bi punduna getirip garsonla romantik olmayan bir göz teması kurmanız, yanlış anlaşılmaya mahal vermeyecek el-parmak işaretleriyle meramınızı (yani artık ne içecekseniz) anlatmanız gerekecektir. dikkatli olmakta fayda var; bu işlem yazıldığı kadar kolay olmayabiliyor.

bu hız ve tüketim çağında maalesef artık sessiz, sakin, gözlerden uzak kalınacak içinizdeki sizi besleyip büyütebileceğiniz veya derin düşüncelere dalabileceğiniz bir yer yok. sizde o yüzden zaten böyle bir kaos ortamındasınız. zaten bu derin düşüncelere dalma eylemi o kadar garipsenir oldu ki düşünceli bir yüz ifadesi = mutsuzluk olarak algılanabiliyor. bu şekilde bir “detachment” modu etrafınızdakiler tarafından doğrudan “keder ve mutsuzluk” olarak algılabilir, aldırmayın siz, “kedidir kedi” deyip geçin. ama zaten “detachment” durumuna gelmeniz pek mümkün olmayacağından, endişelenmeye de gerek yok. (ben mi geç kaldım yoksa / mevsimler mi soğumuş? / görmeyeli buralara / olanlar olmuş,olanlar olmuş…/)

görmeyeli buralara olanlar olmuş

içeceğinizi (bira veya viski makbüldür) yudumlarken yan masaların durumu burada önem arzediyor. etrafınızdaki masalarda türlü sohbetlere tanıklık -pardon kulaklık- ederken kah gülebilir -aman sesli gülmeyin- kah “hayır o öyle değil, böyle” deme isteğinizi bastırmanız gerekebilir. aksi halde tatsız bir durum her an zuhur edebilir. (şimdi zuhur da ne diyecekler çıkacaktır: zuhur -> tezahür, aysel sen şimdi tezahür de ne dersin? demedin mi? peki..)

çok enteresan bir kombinasyon, sağ masada iki kadın -itiraf edeyim biri gayet cekici- erkek egemen kültür üzerine erkeklere ve kadınlara giydirmekle meşgul. hemen isimlendiriveriyoum: feminist masa. arada telefon ile oynarken tweetlere göz atıyoum: herkes hayatı yüz kırk karakterle özetleyen özlü sözler peşinde. sol taraftaki masadan kulağıma bazı isimler çalınıyor (algıda seçicilik bu olsa gerek); marx, sartre, buda, nietzsche. hemen isimlendiriveriyorum: entel masa.

bir kaç kadeh sonrası, bulanıklık…

gözlerimin hemen üstünde bir projeksiyon varmış gibi isimler beliriyor, ardından cümleler altyazı misali soldan (hayır o siyasi “sol” değil aysel!) sağa kayıyor. marxistler herşeyi sınıf, freudçular çocukluk, feministler cinsiyet temelinde yorumlamıştır. sonunda her yeni bakış açısı yeni at gözlüklerine dönüşmüştür. sonunda bu üç büyük fikrinde modası geçmiştir(*)  (sahi geçmiş midir? artık sınıfsız bir toplumda mıyız? ya da kadın her alanda cinsiyet mağduru değil midir artık? çocukluk travmaları yalan mıydı aysel? herşey yalan sen de hayal misin aysel?)

araya magazin koymadan niye konu ilgini çekmiyor aysel? o hayatın ve nirvanaya ulaşmanın önderi konfüçyüs ailesi ve çocuklarını çok sevmezmiş. aile babası koca adam “Buda”, eşini ve çocuklarını terk etmekle kalmamış, evden de bir geceyarısı gizlice sıvışıvermiş. Sokrates evini terk etmemişÂ  ama o da ailesiyle hemen hemen hiç ilgilenmemiş. (ne bileyim adamın sex hayatını aysel, magazin dediysek “adamın yatak odası demedik ki). iyice yaşlanınca Schopenhaeur kadın düşmanı oluvermiş, yaa.

ünlü düşünürlerin düşmanı mıyım?

sevmez miyim onları?

topluma yanlış mı aksettiriyorum bu feylozofları aysel?

o zaman shakespeare haklıydı:

“insanların kötülükleri yaşar tunçta, yazarız erdemlerini suya” (*)

bi de o soruyu sormayacaktın beee aysel!

 


Michael Foley, Saçmalıklar Çağı
Shakespeare, VIII. Henry (4. perde, 2. Sahne)