Archive for August 18th, 2011

İskender”in tadı

Thursday, August 18th, 2011

Son dönemin en popüler konularından biri Elif Şafak ve yeni romanı İskender.

-

-

Edebiyat ve magazin basınında tartışmalar genelde yüzeysel boyutta takılıp kalmış durumda. “Neden kapakta kendi resmi var?”, “Neden erkek kılığında” vs. gibi sorular romanın kendisinden ziyade dışsal öğelerle sınırlanan kısır tartışmayı tetikliyor.

Diğer bir konuda Elif Şafak’ı yazdığı metin üzerinden eleştirmek yerine kimlerin daha çok sevdiği veya okuduğu (ki “cemaat’ çiler tarafından sevilen bir yazar olduğu iddia ediliyor) üzerinden ideolojik bakış ile eleştirmek. İkisine de itirazım var. Son romanı İskender’i de -her ne kadar farklı görüşlerin ve fikirlerin insanı olsak da- yine ideoloji gözlüğünden bakmadan ve şekli klişelere takılmadan okudum.

Yüzeysellik sularına kapılmadan ve ideolojik önyargılar olmadan okuduğum bu roman hakkında ne demeli? Eleştirmen değilim, sadece meraklı bir okur olarak  bu roman bende nasıl bir izlenim bıraktı?

Elif Şafak “Bir Roman Yazmak” başlıklı bir yazısında şöyle diyor:

“roman üzerinden yazar ile okur arasında kurulan o yarı “sürreal” yarı “realiteyi sorgulamaya yönelten” bağ, aslında iki yalnız insanın kelimeler aracılığıyla ama tek kelime konuşmadan, paylaşarak ama yalnızlıklarını azaltmadan, yüreklerini açarak ama birbirlerini zerre kadar tanımadan geliştirdikleri özel bir sohbet biçimidir”

İskender romanını okuma sonrası kendi kendimize soracağımız ilk soruda tam bu noktada ortaya çıkıyor: bu yazar veya bu roman ile okur arasında “realiteyi sorgulamaya yönelten” bir bağ kuruldu mu? Okuru “Diyalektik bir sorgulamaya yönelten bir bağ” ve okuru “sorgulatmadan dosdoğru mesaj bombardımanına” tutan metin arasındaki derin uçurum İskender romanında neden fazlasıyla hissediliyor?

Bu sorunun bir çok cevabı var denilebilir. Çok farklı mekanlar, çok farklı konular ve çok farklı karakterleri aynı romanda ve asimetrik zaman çizelgesinde biraraya getirmek riskli bir iş. Yazara kurgusunu ve karakterlerini inanılmaz bir ince işçilikle yaratma sorumluluğunu yüklüyor. İyi bir yazar iyi bir aşçı gibidir. Maharet elindeki kısıtlı malzemeden lezzetli birşeyleri ortaya çıkarmaktır. Yok eğer yazar malzeme, konu, mekan ve karakter anlamında kendisine cömert davranıyorsa da bu cömertliğin hakkını teslim etmek zorunda.

Töre cinayetleri, Irkçılık, yabancı düşmanlığı, erkek egemen kültür, doğu-batı, aşk, sevgi, güneydoğu, istanbul, londra, abudabi, feminizm, punk, namus, toplum baskısı  vs vs. Elif Şafak romana o kadar şey sığıdırmaya çalışıyor ki, bu konulardan her biri biryerlerden “falso” veriyor. Bu konulardan hiçbirine derinlemesine giremiyor ve her biri romanda birer vitrin süsü hissi uyandırıyor maalesef. Ve her bir olay/olgunun anlatımı kilişelere teslim oluyor.

İskender romanında okuru sorgulatmaya itmeyen ve onun yerine kuru mesaj yağmuruna tutan, yani eksik olanda bu. Onca bolluğa rağmen, çölü andıran bir eksiklik kalıyor okurun dimağında. Karakterler ete kemiğe bürünemiyor. Bir karakteri bir karikatürden ayıran unsur; karikatürlerin durağanlığına / aynılığına / tek boyutluluğuna karşın “karakter” in değişmesi / dönüşmesi ve çok boyutlu olmasıdır. Şimdi soralım: Cemile, Pembe, Elias, Esma, Yunus, Kate, Adem vs. hangisine karakter derinliği verilebilmiş?

Karakter derinliği ve oturmuşluğu romanda eksik kalınca da yazarın düşünceleri / mesajları açık şekilde rahatsız edici ve didaktik boyut kazanıyor, zorlama hissini uyandırıyor.

Eğer romanda yazarın iletmek istediği mesajlar veya okurun sorgulamasını beklediği durumlar ince işçilik ürünü bir kurgu ile verilebilseydi (bu kadar bol malzeme varsa o kadar ince işçiliği beklemek de okurun hakkıdır) yani bu kadar mesaja gerek olmasaydı Elif Şafak’ın İskender romanı güzel bir tat bırakabilir, hem okur için akıcı olurken, hem de edebiyat için kalıcı olabilirdi.

Neşeli perşembeler :)