Archive for July 14th, 2011

kararsız bir aklın zararsız notları

Thursday, July 14th, 2011

* bu yazıda adı geçen tüm yer ve kişi adlarının gerçekle bir ilgisi olmayabilir, tüm notlar kurmaca, tüm düşünceler de yalan olabilir, ama olmayabilir de.  kafanıza göre takılın.

Adım Cem Denizsever.  Hafızanızı boşyere yoklamayın, muhtemelen tanışmadık ve de tanışmıyoruz.  Yaşadığımız şehirler, çalıştığımız mekanlar, alışveriş yaptığımız yerler, kahvelerimizi yudumlayıp sohbet ettiğimiz yerler, yürüdüğümüz kaldırımlar, oturup soluklandığımız banklar ya da bir sigara tellendirdiğimiz kuytu köşeler hiçbir zaman kesişmedi ve de kesişmeyecek. Onlar birbirine paralel iki doğru gibi. Eğer bir gün matematikçiler paralel iki doğrunun herhangi bir uzayda kesiştiklerini ispatlarlarsa, lütfen çekinmeyin, bir güvercinin ayağına bir not iliştirip uçurun o güvercini bana doğru “paralel doğrular kesişti” diye.  İşte o zaman fizik kurallarının elverdiği en kısa zaman aralığında sizi tanımak ve paralel iki doğrunun nasıl olup sonunda kesiştiğini görmek için nerede olursanız olun oraya gelebilirim.

-

-

Evet haklısınız. Nereden geleceğimi soruyorsunuz. Onu da söylemeliyim: Araf’tan.  Hayır, hayır endişelenmeyin yalnız geleceğim. Vergilius”u getirmeyeceğim yanımda. Araf”ta Dante kadar şanslı değilim maalesef, yani bir rehberim yok buralarda. (Mentor”da atamadılar, yaşam koçu desen buralarda pek makbul değil zati, anlayacağınız bir nevi “mahalle baskısı” var araf”ta)

Aslında şimdi size biraz kendimden bahsetmem gerekir ki toplam 13 harften oluşan adım dışında da aklınızda birşeyler oluşsun. Yazı yazarken genellikle sigara içiyorum. Zamanını ve yerini hatırlamadığım bir esnada başlayan sigara tiryakiliğim hemen hemen her tiryakinin dediği gibi yakında son bulacak. Görkemli bir veda partisi ya da hüzünlü, ağlamaklı bir son gibi olmasını istemiyorum. “Bu son” diyerek ayrılan sonra tekrar birbirine geri dönen çiftler gibi “bu son” dememeye çalışıyorum. Birbirimizi birbirimizin yokluğununa alıştırıyoruz usulca.  Yokluğunu hissetmeyeyim diye.

Adına “dünya” dedikleri bu yere ne zaman gözlerimizi açacağımıza biz  karar veremediğimiz gibi ne zaman gözlerimizi kapayacağımıza da bizler karar veremiyoruz, biliyorum, ama ben 40′lı yaşlarımın başında ölmek istiyorum. Yok, ölüm lafını duyunca ürkmeyin hemen. Bu arabesk bir “batsın bu dünya” sendromunun sonucu söylenen tipte bir ölüm değil. Ben aynaya bakınca gözlerimin ferinin söndüğü anı görmek istemiyorum. Matematik ve biyoloji bilgimin elverdiği ölçüde, yıllardır yaptığım hesaplamalar sonucu ortalama 40′lı yaşlarda insanoğlunun gözlerinin ferinin söndüğü sonucuna ulaştım. Her ne kadar tıp otoriteleri benim bu buluşuma gereken önemi vermediydilerse de benim için kesin ve mutlak bir sonuç. Hem sayılı gün kaldığını bilerek yaşarsam sanki daha güzel yaşayacakmışım ve tanrı’ya son anlarımda cemal süreyya’nın dizeleriyle seslenebilecekmişim gibi geliyor: “ama, ayrıca, aldığın şu hayat fena değildir, üstü kalsın”…

Yaşıtlarımın genç diye nitelendirdiği ama benim orta yaş olarak gördüğüm yaşlardayım.  Normal ölçüler içinde birazcık büyükce sayılabilecek bir burnum var ama burnumun büyüklüğünün koku alma duyuma da katkısı olmadı hiç. Cyrano de Bergerac gibi burundan kaybederken, romantizm yönüm de gelişmedi ya da beni yaratacak bir Edmond Rostand maalesef henüz ortaya çıkmadı. Konuyu dağıtmayayım.  Bir önemi de yok zaten bunların. Araf”ta işinize yaramaz böyle “estetik” kaygılar.

Bazı zamanlar kendimi bir elimde çizgi roman ya da uzak bir ülke hakkında bir kitap ile turuncu renkli koltukta boylu boyunca sızmış bulabiliyorum. Çocukluğumdaki “Örümcek Adam”, şirinler çizgi dizisindeki “Neşeli Şirin” veya “Uçan Kaz ve Nils” teki nils dışında da hiçbir idolüm olmadı. En beğendiğim film veya en çok sevdiğim müzik gibi “rafine” cümlelerim de yok benim. İçinde olmadığım sürece denize, içinde olduğum sürece yağmura karşı sentetik olmayan bir sevgim var o kadar.

Can Yücel’in “ne kadar yalansız yaşarsan o kadar iyi” sözünü adım gibi bilip, kendi dünyamı yalanlar üstüne kurmam ama işime gelmeyen durumlarda her ölümlü gibi yalanlar söyleyebilirim. Söylerim de. Hem kim bilir, belki de bu yüzden burnum biraz uzunca ve birazda büyükcedir.

ilk defa ufak bir şehirden bir büyük şehre geldiğimde o gelişin kafamdaki tüm psikolojik etkilerini, korkularımı ve umutlarımı tüm ince detayları ile dahi hala hatırlıyor olmama rağmen hangi küçük şehirden hangi büyük şehre geldiğimi ve bu olayın tarihini tam hatırlayamıyorum, kişisel tarihimin kronolojik sıralamasını sizlere sunamam. Ya da tam o an kaç yaşımda olduğumu sizlere söyleyemem, çünkü dediğim gibi hatırlamıyorum. Zamana ve mekana dair hatırladığım tek şey kendi griliğinde kaybolmuş bir kentteydim ve mevsimlerden sonbahardı.

Ortada benim için çıplak bir gerçek vardı; hayatta kalmam, bu yeni dünyaya uyum sağlamam ve nasıl birşey olduğuna dair en ufak bir fikrimin dahi olmadığı “yeni bir yaşama” önce bedenimi sonra da ruhumu hazırlamam gerekiyordu. Bunlardan daha da önemlisi tam o gün, o saatte ve tam da o şehre ilk ayak bastığım anda acilen bir WC bulmam gerekmişti ve ne yazık ki bu topraklardaki tüm WC ler birbirine benziyordu. Hangisi olduğunu hatırlamıyorum. İşte gördüğünüz gibi kendi ufak dünyamın kronolojik listesini hazırlamaktan daha büyük sorunlarım vardı benim.  Ve ne ilginçtir ki rehberlik veya danışmanlık servisleri gerekli gereksiz herşeyi anlatırlardı size ama hayatta nasıl kalacağınız öğretilmez, bir iki klişe cümleyle bir ömür geçirmeniz beklenirdi. Şanslı olanlar kendi öznel tarihlerinin kişisel savaşlarından galibiyetle ayrıldılar, şansız olanlar yenildiler. Ben mi? Acemi bir poker oyuncusu nasıl hile yaparsa ondan aşağı kalmayacak şekilde hile yaptım, tesadüf bu ki, hala hayattayım ve “kendi kişisel savaşımı nasıl kazandığıma” dair kurmaca ama inandırıcı bir hikaye peşindeyim, sırf torunlarıma anlatabilmek için.

Bir dil öğrenmem gerekiyordu, ispanyolca’da karar kılmıştım ve aslında öğrenecektim de ta ki Ernest Hemingway’in “Çanlar Kimin için Çalıyor” isimli romanında Robert Jordan’a söylettiği şu sözleri okuyana kadar:  “İspanyolca kadar pis bir dil yoktur. İngilizcedeki yakası açılmadık sözcüklerin hepsinin karşılığı olduğu gibi, yalnızca küfrün bağnazlıkla atbaşı gittiği ülkelerde kullanılan başka sözcükler ve deyimler de vardır bu dilde”..

O yaşıma kadar bana bir ömür yetecek ve kulaklarımdan asla çıkmayacak “en yakası açılmadık” küfürleri duyduğumdan ve Robert Jordan’la aşağı yukarı aynı koşulları paylaştığımdan -her ikimizde bir savaşın içindeydik, tek fark Robert Jordan ispanya iç savaşında cumhuriyetçi saflarda savaşıyor, ben Cem Denizsever ise henüz daha ideolojisini bile bilmediğim bir hayata karşı ideolojisiz ve dünya görüşsüz savaşıyordum, ha bir de cumhuriyetçiler yenildi, Robert Jordan öldü. Ben ise hile yaptım, kazandım ve hala hayattayım- vazgeçtim ispanyolca öğrenmekten.  Onun yerine fransızca öğrenebilirdim. Bilgide derinlik yerine ilgide yüzelselliği benimsediğimiz yıllardı. Bir iki aylık kurs sonunda ispanyolca öğrenmekten vazgeçtiğim gibi vazgeçtim fransızca öğrenmekten.

Sanırım kendime dair parça parça ve önem sırası ile tarih gözetmeden aklıma geldiği gibi yazdığım bu kadar bilgiden sonra 13 harfden oluşan adım ve biraz büyükce burnum dışında da aklınızda bir şeyler oluşmuştur.

Şimdi sıra elbette ki kuantum fiziğinde veya süpernovalarda değil. Başka şeyler de anlatabilirim ama monolog”a dönsün istemem. Şimdilik burda durayım. Nasılsa konuşacak daha çok zamanımız var.

——-

Not-1: Yazıdaki resim documentarist belgesel günleri 2011″in afisinden aşırılmıştır.