Archive for May, 2011

Bir “Teessüf / Tesadüf” öyküsü

Friday, May 20th, 2011
Hrant Dink

Hrant Dink

Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” öyküsünü bilirsiniz. İşleneceğini hemen hemen herkesin bildiği ama kimsenin engel olmadığı bir cinayetin an be an öyküsüdür, ve gerçektir de aynı zamanda. Bizim buralarda “iyice” bilinir olmasının da başka sebepleri vardır. Bu toprakların “Kırmızı Pazartesi” si, Dink cinayeti ile benzerlikler taşır. Tıpkı oradaki cinayeti kimsenin bilmemesini, herşeyin tesadüf olduğunu sanmak ne kadar “naiflik” olursa Dink cinayetinde ortaya saçılan bilgilerin tesadüf olduğunu sanmak o kadar “naiflik” olur.

Bugün bir gazetede Dink’in oğlu Arat Dink tam da bu naif yaklaşımı ele almış, babasının cinayetindeki “tesadüfleri” anlatmış. (http://www.taraf.com.tr/haber/hrant-in-kanlisi-degil-zanlisi.htm)

“İlerleyen günlerdeki gelişmeler de ona hep o odayı hatırlatır. Sözü edilen toplum, o odada söylenenlerin haklılığını ispat etmek istercesine, gelir kapısına dayanır. “Hrant hedefimizsin!”, “Bir gece ansızın gelebiliriz!”, “Hrant Kaşıma”, “Bir yiğit sen misin?”, “Ermeni yurttaşları rahatsız etme!” gibi sloganlar yargılandığı mahkemelerle birlikte kalan ömründe eksik olmaz. Ve bir gün öldürülür.”

Yazısında Erdoğan’ın kendisine söylediği bir sözü aktarmış. Erdoğan’ise yalanlamış, bir de üstüne “teessüf etmiş”( http://www.ntvmsnbc.com/id/25215156/). Bir devletin, bir iktidarın görevi, olayları tesadüf zinciri şeklinde sunmaya çalışmak, gerçekleri “komplo teorisi bunlar diyerek” örtbas etmek değil, kendi vatandaşını korumak, fail-i malum cinayetleri “fail-i meçhul” bırakmamaktır. Teessüfle / tesadüfle bir yere varılamıyor çünkü.

Bu blogda 17 Eylül 2007’de “Bir Gazetecinin Önlenebilir Ölümü Üzerine” başlıklı bir yazı yazmıştım, yine bir “haber” üzerine.

—-

Bir Gazetecinin Önlenebilir Ölümü Üzerine
17 Eylül 2007 / Pazartesi

Hrant Dink Suikasti

Hrant Dink Suikasti

Sağ ayağındaki altı yırtık ayakkabısıyla merdivenleri her zamanki gibi birerli ikişerli iniyordu. Apartman kapısından çıkmasıyla on metre uzaktaki bankaya ulaşması arasında sadece ve sadece otuz saniye vardı. Işte ne olduysa o otuz saniyede oldu. Üç kurşun sesi yankılandı sokakta, cansız bir beden yere yığıldı. Koca ve işlek bir caddenin ortasında herkesin bakışları altında, göz göre göre ensesinden kurşunlanarak bedeni ruhundan ayrıldı. Ne o katilinin yüzünü görebildi o son anda ne de katil onun yüzünü. Eğer görebilseydi o an -az sonra canını alacak olan katilin- yüzünü nasıl bakardı ne söylerdi acaba? Kurban ve katil, kısa çok kısa bir an göz gözeler ve ikisi de az sonra olacakları biliyorlar… Katil muhtemelen ne yaptığının farkında değil, öfke ve belki de garip bir mutlulukla bakıyor olacak, o sadece beyni insanlığa aykırı -ve giderek yayılan- fikirlerle yıkanmış bir çocuk sadece. Peki ya kurban o nasıl bakar ne hissederdi? Cevap vermesi, tarif etmesi çok zor ama eminim çocuğa değil, onu eline silah alıp bir can alacak kadar canileştiren “kültüre ve topluma” bir çift lafı olacaktı belki de. Katil’de hepimiz gibi bu dünyanın en saf en masum varlığı -bir bebek- olarak bu dünyaya gelmiş ve biz -çok değil- on,onbeş yılda masum bir bebekten bir katil yaratmıştık.

Sosyologlar ve psikologlar olayların sonuçlarından ziyade kişi veya toplumu o sonuca götüren toplumsal veya kişisel süreçlerde ararlar aradıklarını. Çünkü bilirler ki neden-sonuç ilişkisi o süreçte gizlidir. Ve o süreci incelemeksizin varılacak her teşhis biraz eksik olacaktır ve bilirler ki o hastalıklı süreci tedavi etmemek yeni hastalıklara davetiye çıkaracaktır. Biz nasıl bir toplumuz ki on-onbeş yılda dünyanın en saf varlığından ,bir bebekten, bir katil yaratabiliyoruz? Bu sorunun cevabını çok farklı yerlerde aramaya da gerek yok aslında. Linç kültürü, fikre fikir ile karşılık vermeyi bilmeme, at-avrat-silah şiarıyla yetişme, hoşgörüyü sadece kendisine karşı gösterilmesi gereken bir olgu olarak anlama vs. Yaşamı bir savaş alanı, farklı fikirleri tehdit ve farklı insanları düşman olarak gördüğümüz sürece birşeyler hiç değişmeyecek. Biz bu topraklarda her daim birilerini öldüreceğiz ve her daim haykıracağız : “ya sev ya terk et” diye…

Dünyanın hiçbir yerinde aşırı milliyetçilik kendi kendine yükselmez. Birilerinin fitili ateşlemesi lazımdır. Düşman yaratmanız, o düşmanla mücadele etmeniz, bu savaşta destekçi yetiştirmeniz gerekir. İşte bir çocuktan katil yaratmak bu sürecin bir parçasıdır. Katili “kahraman”, cinayeti “erdem”, fikrini beğenmedi diye adam öldürmeyi “vatanseverlik” diye göstereceksiniz ki yeni çocuk katilleriniz sizin gibi olmak, abileri gibi olup eline silah alıp kahraman olmak istesin. Resimler çekeceksiniz kahramanınızla, aynı fotoğraf karesinde olmak için can atacaksınız ve ardından yeni katillerinizin kulaklarına fısıldayacaksınız : “arkanızdayız çocuklar” diye…

‘Vatan satsa bir kişi anında biter işi’ diye türküler besteleyeceksiniz çocuk katiliniz için. Bir çocuktan katil yaratmak yetmez bize, yüzlerce binlerce katil lazım bize. Aferim İsmail Türüt’e, aferim canını aldıkları yetmezmiş gibi onun bedenini de kullanarak klip yapan arkadaşlara, aferim bize, aferim Türk toplumuna. Türküler besteleyelim, fotoğraflar çektirelim, methiyeler düzelim çocuk katillerimize pardon çocuk kahramanlarımıza yeter ki onlar fedakarlık yapma vakti geldiğinde vazifelerini yapsınlar.

Nerede farklı bir ses yükselse orada olalım, nerede beğenmediğimiz insanlar varsa oraya gidelim, nerede TCK 301. madde ile ilgili dava varsa o mahkeme salonunu dolduralım ve -utanmadan insanlığımızdan- çığırıp türkümüzü haykıralım hep beraber en önde İsmail Türüt ile : ‘Vatan satsa bir kişi anında biter işi’.

Utanıyorum insanlığımızdan, utanıyorum…

iyi pazartesiler,
Erhan Ekici

—-
Katile bir de türkü yakıldı, klip yapıldı
http://www.ntvmsnbc.com/news/420067.asp
16 Eylül 2007, Pazar